2010’da Pera Güzel Sanatlar Müzesi’nde ziyaret ettiğim Marc Chagall sergisinden sonra İsrail’e gitmeyi kafama koydum. Zira, bir çırpıda on ressamın adını sayamazken her biri rengarenk rüyayı, masalı andıran gösterişli horozlara, tavus kuşlarına, uçan sevgililere, başka bir ülkede daha fazlasını görmek isteyecek kadar aşık olmuştum!


Fotoğraf: Edmund N. Gall 

Yaratıcısı Eski Ahit’ten hikayelerden ilham aldığını söylüyordu. En geniş koleksiyonu İsrail’deydi. Sürekli gündemde olduğu halde bence çok az tanıdığımız bir kültür, din, yaşam tarzını da resimler kadar merak ediyor ama gitmeye de korkuyordum. Ne zaman ki Türkiye’de benzer çatışmalar arttı; “burada yaşamak İsrail’e gitmekten daha tehlikeli” deyip biletimi alıverdim.

Vize ücretsiz ve çabuk çıkıyor
Gayet basit sayılacak vize formunu internetten doldurup başvuru saati alıyorsunuz. Tek başına turistik ziyaretim garip karşılansa da üç basamaklı olan güvenlik aşamasından hızlıca geçtim. Evraklar haricinde bire bir de sorgulanıyorsunuz. Vize 7 işgünü içinde çıkıyor ve ücretsiz. Onay kriterleri değişken olabiliyormuş, ben sorun yaşamadım.

Çöl ortasında yeşil bir vaha: Tel Aviv
İstanbul’dan 2 saat 15 dakikalık bir yolculuktan sonra Tel Aviv’desiniz. Duvarlarda Nobel ödülü almış Yahudi bilim insanlarının koca koca fotoğrafları, altında yaptıkları buluşlar yazıyor. Bir tür gövde gösterisi; Marx, Freud, Einstein’den konuya aşinayız, ama din temelli bir sahiplenme tuhaf geliyor ilk bakışta.

Burası yeşil, bakımlı, modern bir şehir. En ilgimi çekenler; Kipa’lı, lüle saçlı erkekler, üçer beşer çocuklu, peruklu anneler. Dindar Yahudilerde erkekler Kipa ya da siyah şapka ile dolaşıyor. Sebebi, dua ederken bu takkenin başlarında olması gerekiyormuş. Günde 100 adet okunması gereken duaların bazısı yemekten sonra, bir şey koklayınca vb. belirli olaylara bağlıyken bazısı da şimşek, yağmur gibi ansızın olan olaylara bağlı okunuyormuş. Hâl böyleyken kafadan takkeyi hiç eksik etmemek en pratik çözüm. Evli kadınlar saçlarını kazıtıyor. Turban gibi bir şeyle başlarını örtüyorlar (azınlık) ya da peruk takıyorlar (çoğunluk). Madem saç bir arzu nesnesi ne diye saçı kazıtıp yerine peruk takıldığının ise açıklaması yok.

Tel Aviv’de Arap Nüfus az. Turist mi yerlisi mi olduğunu anlayamadığım Avrupalı, Amerikalı tipli birçok insan var. Tüm kalabalık mekanlara x ray’den geçirilerek alınıyorsunuz. Birinde isyan edip “yine mi arama” diye söylenince Türk olduğumu anlayan güvenlik görevlisi gelip konuşmaya başladı. Azeriymiş. “Çalışmaya mı geldiniz” deyince “Yok ben burada yaşıyorum Azeri Yahudisiyim” diyor. Şaşırdığımı görünce de ekliyor: “Dünyada her milletin Yahudisi var bir tek Ermenilerin yok, düşün ki bunlar nasıl bir millettir!”. Artık ne kadar kızgınsa Ermenilere. Ettiği sözün acayipliğini kendi de fark edince gülmeye başlıyoruz.

İsrail Kudüs’ü başkent ilan etse de dünya işgal altındaki bölünmüş Kudüs’ü tanımıyor. BM Tel Aviv’i başkent kabul ediyor ve birçok elçilik binası burada. 12 plajı bulunan Sahil şeridi, UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan Bauhaus mimarisi binaları (White House olarak anılıyor), Eski Yafa ve Yafa Limanı, ülkenin en büyük üç müzesi (Eretz İsrail Müzesi, Tel Aviv Sanat Müzesi ve Yahudi Diaspora Müzesi) şehrin en önemli mekanları.

Fotoğraf: Wikimedia

3 semavi dinin kutsadığı şehir: Kudüs
Tel Aviv’den Kudüs’e yolculuk otobüsle bir saat sürüyor.
Geniş caddeli taş binalar sokaklarda gitar çalan, dans eden gençler görüyorum. İsrail’de sokak müziği çok yaygın, kafeler, pastaneler insan kaynıyor. Yalnız yeme içme çok pahalı. Türkiye’de sıradan bir büfede 15-18 TL’ye karnınızı doyurursunuz, İsrail’de aynı kalitede bir tost-içecek 40, 1 dilim kek-kahve de 50 TL civarı.
Kudüs’te Araplarla dünyanın dört bir yanından gelmiş Yahudiler bir arada yaşıyor. Adım başı kızlı erkekli, her milletten-ırktan (Hintli, Afrikalı, Slav, Arap…) askerler görüyorum bazılarında 1.5 metrelik otomatik silahlar var, parmaklar da tetikte! İsrail’de erkekler 3 kadınlar 2 yıl zorunlu askerlik yapıyor. Sokaktaki her 15 kişiye bir silahlı asker düşüyor. “Asker birden cinnet geçirse, başına güneş geçse, arkamdaki birinden huylansa tarandım gitti “diyorum içimden. Ortamda tuhaf bir elektrik var. Akrabaları İsrail’de yaşayan bir arkadaşım; Irak savaşından sonra her evin altında sığınak yapıldığını, devletin ara sıra savaş tatbikatı ilan edip insanların uyguladığını, herkesin bu koşullara alıştığını söylüyor. Akrabaları, ilk ziyaretinde tatbikat olacağını söylemeyip arkadaşıma şaka yapmış! “Tüm sirenler çaldı herkes bir yana kaçtı çok yüksek olan siren sesinden o kadar korktum ki kardan adam gibi kaldım caddede, hiçbir yere kaçamadım, gökyüzünde bomba aradım, düşün artık ne kadar alışmışlarsa şaka yapıp eğlenir olmuşlar” diyor.

Kudüs üç semavi dinin de kutsal kabul ettiği bir şehir. 5000 yıllık bir yerleşim tarihinden bahsediliyor. Uzun tarihi boyunca, iki defa yok edilmiş, 23 işgal yaşamış, 52 defa saldırıya uğramış ve 44 defa ele geçirilip tekrar kurtarılmış.
İslamiyet’e göre Kudüs, milattan sonra 610 yılında ilk kıble mekanı ve Muhammed, 10 yıl sonra Miraç’a bu şehirden çıkmış. Museviler için bu bölge vaad edilmiş topraklar sayılıyor. İsrail Kralı Davud’un Kudüs’ü Birleşik İsrail Krallığı’nın başkenti olarak inşa ettiği ve oğlu Kral Süleyman’ın ilk tapınağı şehrin içinde kurduğuna inanılıyor. Hristiyanlar için Kudüs’ün kutsallığı, İncil’e göre İsa’nın bu şehirde çarmıha gerilmesinden ileri geliyor. İsa çarmıha gerildikten sonra Kıyamet Kilisesi denen yerde ölüyor ve gömülüyor.


Eski Şehir’in surları Kanuni Sultan Sultan Süleyman tarafından yenilemiş, doğudaki surlar bu sebepten Süleyman Surları olarak anılıyor. Kapının hemen önündeki caddenin adı da Sultan Süleyman Caddesi.


Eski Şehir’de Hristiyanlar, Yahudiler, Müslümanlar yan yana mahallelerde yaşıyorlar ve esnaflık yapıyorlar. Kapalıçarşı’nın içinde evlerin, lokantaların, ibadethanelerin de olduğu kocaman bir versiyonunu düşünün. İnsanlar işinde gücünde, çarşıda gerginlikten eser yok, hatta “Filistin’e özgürlük” tişörtleriyle Israil milliyetçisi tişörtler aynı tezgahta satılıyor.

Eski Şehir’de tam 220 kutsal sayılan mekan, ibadethane var. Ağlama (Batı) Duvarı, Kıyamet Kilisesi, Kubbetü’s Sahra ve Mescid-i Aksa da bu bölgede. Yorgunluktan bayılıncaya dek geziyorum.

Falafel ve Humus hem her iki tarafın da kendi milli yiyeceği ilan ettiği kurtarıcılar, başka da özgün yemek yok. Ortadoğu’da dönere Shawarma diyorlar çoğunlukla tavuk döner, pek özelliği yok. En iyi döneri Almanya’da yemiş olmam beni halen şaşırtırken Türk kahvesinin de kralını Kudüs’te içiyorum. İki tür kahve ve kakule’yi birlikte çekiyorlar konserve tenekesi gibi bir şeyde pişiriyorlar, sonuç mükemmel.

Filistin/Ramallah
İşgal altındaki Batı Şeria bölgesindeki bu kente gidip gitmemek konusunda çok kararsızdım. Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkeler tek başına bir kadın gezgin için güvenli değil. Ama içim içimi yedi, buralara kadar gelip de duvarı görmemeyi, Filistin’e geçmekten korkmayı kendime yediremedim. Bir gün önce cep telefonumu kaybedip, gittiğim mekanları sırayla gezip bulunca bunu bir güvenlik uğuru sayarak Filistin tarafına geçmeye karar verdim. Korkumun bir bölümü de gidiş değil dönüş içindi. Dönüş’te Filistin tarafına geçip geçmediğimizin sıkıca sorgulanacağı ve her ne olursa olsun ‘gitmedim’ dememiz öğütlendi çünkü.

Bir cesaret Ramallah otobüsüne bindim. Sadece turistler pasaportlarıyla ve özel izinli Araplar bu bölgeye gidebiliyor, İsraillilere her yere gidiş serbest ama Filistin tarafında yaşayanlar, Kudüs ve diğer şehirlere geçemiyor. Geçişte otobüste silahlı askerler belgeleri kontrol ediyor. 45-50 dk. sonra Ankara Samanpazarı/İstanbul Mahmutpaşa arası bir şehir olan Ramallah’a iniyorum. Burada Kudüs’teki cıvıltıdan eser yok. Bir atalet, boş vermişlik ruhu hâkim. Binaların tepeleri su deposu dolu. Haftada iki defa su verildiğini duyunca çok üzülüyorum, suyunuzun kesik olduğu zamanları bir düşünün, gerçek bir mahrumiyet. Ramallah saldırıların yoğun yaşandığı bir yer değilmiş, sıcak çatışmalar Gazze’de yaşanıyor.

Bir mülteci kampını da ziyaret etmek istedim, polisler “Refugee” kelimesini bir türlü anlamıyor, ben de durumu anlatacak başka kelime bilmiyorum. Uğraştılar internete de giremediler, en sonunda İngilizce konuşabilen birkaç genç anladı onlar da tek başınıza gitmeyin diye sıkı sıkı tembihledi; “Oturun kahve için, döner yiyin, misafir gibi davranın” dediler hatta. Belki öyle bir turistik mekân gibi ziyaret edilmek istenmesi onları rahatsız etti, haklı da olabilirler, bilemiyorum.

Tel Aviv ve Kudüs’te taksiler, evler, dükkanlarda İsrail bayrakları asılı. Hiçbir ülkede bu kadar bayrak görmedim bizde milli bayramlarda bile bunun 4/1’i kadar bayrak asılmaz. Ramallah’ta ise her yeri aradım sadece simitçide Filistin bayrağı gördüm, rahatsız etmek istemediğim için de uzaktan çektim.
Dükkanları dolaştım ve en az beş farklı mağazaya girdim, tüm tekstil etiketlerinde “Made in Turkey” yazısını görmek şaşırttı.

Görece modern bir yerde, batı kültürüne yakın yaşıyor olsam da; batıda doğulu, kuzeyde güneyli hissetmekten kendimi alamıyorum. “Coğrafya kaderdir” sözünün sağlamasıyım sanki. Kendimi evimde hissettiğim yer de bu ülkede Filistin tarafı oluyor.

İsrail’e gitmek kolay dönmek zor!
Gidip de havaalanında mahsur kalanların hikayeleri, “aman en az 3 saat önce git” telkinleri arasında havaalanına gidiyorum. Portatif x ray’lerle kıyafetlerimiz, eşyalarımız tek tek aranıyor, 4 ya da 5 defa pasaport kontrol ediliyor. Valizler emar çekimlerindeki gibi, daha önce hiç görmediğim türden x ray’lere giriyor. Sorgu alanında bir Çinli kızın defalarca sorguladığını görüp korkuyorum. 1 saatten fazla aynı kişi sorguda kalabiliyor, bazıları çabuk geçiyor. Bilgilerinizi bilgisayardan size gösterip doğrulamanızı istiyorlar. Sonrası sözlü yoklama. Suriye damgasının eski pasaportta olmasına şükrediyorum, Fas ve Tunus’a dikkat kesilip özellikle Tunus’a gidişim birkaç defa sorgulanıyor, Filistin konusu ise açılmıyor çok şükür! En hızlı geçenlerden biriyim ama bu bile toplamda 2.5 saat sürüyor!
Velhasıl, 4 güne sığdırdığım geziden bir defa daha gitme kararı almış, Filistin meselesi, Ortadoğu kültürü hakkında ne kadar az şey bildiğimi anlamış olarak döndüm. Gözümle gördüklerim ise uluslararası bir destek verilmedikçe Filistin’in işinin çok zor olduğunu söylüyor. Radikal İslamcılar yönetimde olduğu sürece Arafat’ın mumla aranacağı günler yakın, barış ise uzak bir hayalden ibaret duruyor, umarım hayat beni yanıltır.

*Kararımı gerçeğe dönüştürdüm, 2022’de İsrail’e yeniden yolumu düşürdüm. Bu defa ağırlıklı Tel Aviv özellikle plajları, Eski Yafa’yı, Filistin tarafında ise Beytüllahim’i gezdim. İsrail de değişmiş, benim bakış açım da. Artık başka yazıya…

*Bu yazı, 2016’da Birgün gazetesinde yayımlanmıştır.
Fotoğraflar: Aslı Delikara arşivi