Tek tük her zaman vardılar ancak son yıllarda gözlenen artış, bizi bir heykel tartışmasının içine attı. Dev kadayıf, bilezik, köfte, Nasrettin Hoca heykelleri sanat mıydı, değilse neydi? Bu “eserler”i kimler yapıyor, sanatçılara hiç mi danışılmıyor, acaba halk mı böyle istiyordu? Görkemli Roma-Yunan heykelleriyle kıyaslamak doğru muydu? Zor sorular, bulabildiğim cevaplarsa burada.

Türkiye’de heykel hep tartışıldı. Atatürk heykellerinin sayısı, Atatürk’e benzemeyişi, Mehmet Aksoy’un Kars’ta yaptığı ve yıktırılan İnsanlık Anıtı, heykele bütçe ayıran belediyelerin “heykel belediyeciliği” yapmakla suçlanması ve günümüzde her ilin, ilçenin sembolü olarak dikilen tuhaf yapılar… Çoğunu sosyal medya sayesinde öğrendiğimiz dev bazlama, çay bardağı, patlıcan, bornoz giymiş horoz heykellerinin öyküsünü merak ediyorsanız buyurun.

Sanat adına, şehri süslenmek adına birçok proje yapılabilecekken; o belediye, kurum mutlaka bir sembol heykel dikmek istiyor, dikiyor. Yapılan işlerin bir kısmı eleştiri oklarına dayanamayıp kaldırılıyor, maliyetleri dökülüp saçılıyor ama heykel aşkı durdurulamıyor. Başka bir icraatle daha az göze batacakken neden ille de heykel? Sanırım bunun cevabı iz bırakmak, kalıcı olmak, yıllarca “bunu da falan kişiler, iktidar yaptı” dedirtmek. (Bir de tarihten gelen bir misyonumuz varmış. Onu yazının sonuna sakladım.) Belki de asıl motivasyon sanayide yaptırılmış izlenimi veren derme çatma işlere, sanat eseri telifleri ödeyerek rant elde etmek. Peki bu heykeller neden hep peynir, tavuk, karpuz biçiminde, yerli malı haftasını andırır gibi ve bu kadar acemice yapılmakta, daha iyisi olamaz mıydı?

10 yılı aşkındır sehirheykelleri.com sitesinde bu heykelleri toplayan Meltem Parlak, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. A. Sinan Güler, Heykeltraş Dr. Aylin Tekiner ve Mimar Hakkı Yırtıcı’nın görüşleriyle bu sorulara cevap aradık…

Bu heykeller marka şehir kavramının birer ürünü
Bulunduğu ili, ilçeyi hatırlatacak, en meşhur özelliği neyse öne çıkaracak, şehre etiket olacak bir simge arayışı, bu yöresel heykellerin çıkışı gibi görünüyor. “Biz bazlama, fındık, baston diyarıysak, tanıtımımızda da bu figürler olmalı” düşüncesi, “etraftan geri kalmayalım” gayretiyle buluşunca ortaya çıkan tablo bu.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. A. Sinan Güler, bu duruma markalaşacağım derken düştüğümüzü söylüyor.

“Özellikle son 10 yılda Türkiye Cumhuriyeti kentlerinin ciddi bir takıntısı haline gelmiş, bir türlü kimsenin tam olarak tanımlayamadığı iki kavram var. Biri marka şehir, diğeri inovasyon. Her şehrin yerel ürünleri ya da yerel değerleri gittikçe erozyona uğruyor ve o erozyon ortamında en görünür olan en önde geleni heykelleştirmeyi tercih ediyorlar. Mandalina heykelinin ya da çay heykelinin yeterince ilgi çekmeyeceğini düşünüyorlar ki çay bardağı hatta çay bardağı formunda uçuş kulesi, bornoz giymiş horoz heykeli var”.

Peki bu heykeller nasıl yapılabilir, daha iyi olabilir mi?
Sinan Güler’den devam edelim.
“Belediyelerin şehir yöneticilerinin şehir sevk ve idaresinden sorumlu insanların mutlaka ve mutlaka en azından üniversiteler, sanat eğitimini, üretimini akademik anlamda yapan kurumlarla iş birliğinde olmasını öneriyorum ki bu çirkinlik demeye de dilim varmıyor ama bu durum ortadan kalksın. En azından biraz hafiflesin. Kimseye neden Nasrettin Hoca heykeli dikiyorsun diye soracak halimiz yok ama Nasrettin hoca heykelinin, burma bilezik heykelinin nasıl yapılması gerektiğini ya da bornoz ile horozun ayrı heykeller olarak tasarlanıp üretilebileceğini birilerinin söylemesi gerekiyor”.

Acaba bunu o belediyeler, kurumlar düşünememiş olabilir mi? Yoksa sanat eseri maliyeti kaldırım maliyeti gibi sorgulanamayacağı için mi bunca bolluk?

Meltem Parlak da bu muğlaklığın altını çiziyor:
“Yurt dışında da örneklerini gördüğümüz bu heykeller, Çin’den ucuz şekilde ithal de edilebiliyor ancak belediyelerin kaça mal ettikleri biraz muğlak ve suiistimale açık bir alan. Bu heykelleri 1 milyon TL’ye mal ettim dediğinizde aksini ispat edebileceğiniz bir şey yok. Sırf bunun için kurulmuş heykel şirketleri var. Heykel görsel bir çıktı olduğu için bunu şehrin ortasına koyduğunuzda çok büyük bir iş yapmış gibi görünebiliyorsunuz. Şeffaf olması, bir heykeltıraşla çalışılması, sanatçıdan fikir alınması, yarışma açılması onun sonucunda nasıl bir heykel olacağına karar verilmesi gerekirken bu sadece belediyede bazı ihalelerin birilerine verilmesi şeklinde gerçekleştiği için yolsuzluğa açık bir alan.”

Heykeltraş Aylin Tekiner, rant iddiasını şu sözlerle destekliyor:
“Eskiden heykel uygulamalarına bütçe ayrılırken tartışmalı ve sorunlu olmakla birlikte görece de olsa bir denetim mekanizması işler haldeydi. Bugün ise heykele ayrılan bütçenin kapsamı, arada kaç kurum var, kaç taşeron firma aynı yerden ekmek yiyor ve ne türden bölüşümler var bilinmiyor. Görünen ve bilinen şu ki işi alan taşeron firmalar aslında yetkinliği olmayan plastik obje üreten fabrikalarla iş birliği içinde”.

Bu simgeler ekseriyetle sosyal medya kullanıcıları, basın tarafından eleştiriliyor. Sanat çevreleri tabir caizse bu topa girmeye pek hevesli değil. Zira bu işlerden bazılarında kendilerinin, arkadaşlarının da imzası var, üstelik güncel sanat kapsamında anılan birçok performans da benzer eleştirilerin hedefi olabiliyor.

Sanatçı Komet ise çoğunluğun aksine bu heykelleri çok yaratıcı bulduğunu beyan etti. Fikirleri basında geniş yer buldu. Aşağıdaki sözler Komet’e ait: “Karpuz heykeli olsun, baston heykeli olsun ve bu ekmek/ çay heykeli hakiki bir “Türk Pop Art’ı”dır. Genç sanatçıların bunları incelemesi gerekiyor. Elit sanatlara gelince o zaten kendi yolunu açıyor diyebilirim. Ama bunlar harika sürreel işler. Çok da yaratıcı. Zaten heykel sözcüğünü kullanmak şart değil.”

Alo Fetva Hattı ne diyor?
Yapılan şehir heykellerinin bu kadar eleştirilmesinde dinin etkisi yok mu? Resim ve heykel yapılması, sergilenmesi İslam dininde günah kabul edildiği için minyatür, hat, tezhip, ebru gibi sanatlar gelişirken resim ve heykel öksüz kaldı. Suret çizimine karşı İslam dininin mesafeli olduğu, hatta birçok hadiste bunun en büyük günahlardan biri sayıldığına dair çok sayıda yorum var. Gerekçe ise Allah’a şirk koşmak, yani yaratma eyleminde bulunmak olarak belirtiliyor. Hatta gölgesi olan (heykel gibi) işler puta daha çok benzediği için zinhar tehlikeli.
Daha resmi ve güncel bir görüş için Alo Fetva Hattı’na sorduk, aldığımız yanıt şu:
“Amaç tapınma değilse peyzaj, tarihi kimlikleri anma ve estetik kaygılarla yapılan/dikilen heykellerin dini mahsuru yok. Bunlar günah/mekruh kapsamında değil. Heykelin tapınılacak kadar güzel olmaması lazım. Burada bakan kişinin ameli (niyeti) önemli.” İnsan günaha girmeyelim diye mi bu kadar biçimsiz yapılmışlar diye düşünmeden edemiyor.

Her şeyin başlangıcı: Tandoğan’daki dev fincan ve sürahi
Heykel siyasilerin gündeminden hiç düşmedi. Her yere Atatürk heykeli yapılması, yapılanların bazılarının beğenilmemesi, “heykele çelenk koydun koymadın, savundun, savunmadın” derken heykellere karşı en radikal çıkış, dönemin Belediye Başkanı Melih Gökçek’ten geldi. Gökçek hem müstehcen bulduğu heykelleri kaldırmaya başladı hem de yerine bugünkü garip çalışmaların öncülü işlerle Ankara’yı “donattı”. Heykeltraş Tekiner’e göre bu yeni bir dönemin başlangıcı idi.
“Bir sabah Tandoğan Meydanı (Ankara), Cumhuriyet’in ilk yıllarına ait, Avrupa’da da pek çok örneğini göreceğimiz bronzdan meydan çeşmesinin yerine üzerinde ‘Kütahya Porselen’ yazan, Türkiye’nin çini estetiğinin yetkinliğinden uzak, çirkin bir fincan ve çay sürahisiyle karşılaştı. Klasik heykellerle kompoze edilmiş estetik bir havuzdan, ibriğinden su akan fayans kaplı kaba bir sürahi estetiğine geçiş tam da bugün karşı karşıya olduğumuz garabetin miladıdır. O dönem bu dönüşüme dair pek çok eleştiri gündeme geldi. Bunlar değerli tartışmalardı elbette ama ne yazık ki onca eleştiri, Melih Gökçek’in bir çeyrek asır boyunca kente ve topluma dayattığı form diline engel olamadı ve görev süresi boyunca diğer belediyelerdeki meslektaşlarına sınırların ne denli zorlanabileceğinin cesaretini ve esinini verdi”.
Evet bu tablo 70’li, 80’li Ankaralıların hafızasında nettir. Bu çaydanlığın çirkinliğini, o fincanı ve çay sürahisini (evet, sürahi!) hâlâ hatırlıyorum. Gökçek’in kamusal sanatla ilişkisi, müstehcen bulduğu heykellere “ben böyle sanatın içine tükürürüm” demesiyle başladı, dinozor-robot heykelleriyle devam etti, Türkiye’nin en büyük israf projelerinden biri olarak anılan AnkaPark skandalı ile son buldu.

Heykel desen değil, peki bunlara ne diyeceğiz?
Tekiner, yapay şelale ve kayalıkların kötü uygulamalarına da dikkat çekiyor.
“Bunları heykel olarak değerlendirmekten ziyade kentsel aidiyet nesneleri olarak nitelendirebiliriz. İçerikten yoksun, kabarık bütçeli pek çok müze projesi de hayata geçirildi. Bu müzelerde balmumu heykeller kullanıldı. Açık alana gelince parklarda, meydanlarda, bahçelerde kullanılan versiyonlarında o derece hiperrealistik uygulamalar mümkün olmadı ve lunapark estetiğinde plastik, hızlı üretilen, rengârenk boyanmış nesneleri şehir girişlerinde, refüjlerde sergileme yoluna gittiler. Ülke kuraklığın eşiğindeyken parklara yapay kayalar inşa ederek şelaleler yaptılar. Estetiği buradan kurduklarını düşündüğümüzde neye öykündüklerini veya büyükşehirlerin betonlaşmasına, gökdelenlerin bu denli artmış olmasına baktığımızda yüzlerini nereye döndürdüklerini de anlıyoruz. Bir Dubai estetiğinin kötü uygulamalarını şehirlerde ne yazık ki sıkça görüyoruz”.
Soyutlamaya gerek duyulmaksızın üretilen koca koca meyve, sebze, ekmekler bizi fazla gerçek oldukları için de rahatsız etmiyor mu? Mimar Hakkı Yırtıcı tam da bu konuda, soyut düşüncenin sanattaki yerini şöyle tarif ediyor:
“Soyut düşünceyi imha ederseniz hayatı anlamlandıracak araçlardan yoksun bırakılırsınız. Artık kalın çizgiler ile düşünceniz basit, kaba, çirkin biçimlerin içine hapsolmuştur. Hâl böyle olunca, gündelik, somut gerçekler zihinleri felce uğratır, insanları düşünemez kılar.
Bunların yerini hayatın içini dolduran bir sürü iş-güç-geçim dertleri alır. Ödenmesi gereken faturalar, iş yerindeki uzun mesailer, her gün trafikte geçen boğucu saatler, evdeki aile sorunları, hatta bozuk musluk ya da akıtan çatı bir uğultu olarak zihinleri doldurur”.

TARTIŞMA
Heykel bir sanat olarak eski/yeni karşılaştırmasına daha çok maruz kalıyor gibi. Buna katılıyor musunuz?
Doç. Dr. A. Sinan Güler, MSGSU: Evet, katılabilirim. Bunun birkaç nedeni olabilir. İnsanlar, (eski) resme kıyasla (eski) heykeli daha kolay okuyabildiklerini düşünürler, çünkü eski heykel dediğimiz, klasik heykeldir, modernizm öncesi heykeldir, genellikle tek figürdür, figürün kim olduğu önemli değildir, bu figür Antik Yunan’dan bir Diadumenos ya da Doryphoros olabilir, Antik Roma’dan bir Augustus olabilir, bir Mary Magdalena olabilir ya da bir Jesus Christ olabilir vs. Ancak bunlar çok bilinen ve çok karşımıza çıkan, tabiri caizse ikonik ve kanonik örneklerdir.

Çok karşımıza çıkmaları da eski yeni karşılaştırmasına daha çok maruz kalmalarının bir diğer nedenidir. Üretimlerindeki maestria, yani sizin deyişinizle emek, işçilik ve temsiliyetlerindeki anıtsallık yani sizin deyişinizle görkem, klasik ifadenin ikinci önemli türü olan resmin kurgusal/kompozisyonel, renksel, dokusal, çizgisel, boyasal, anlamsal vs gibi heykele kıyasla çok daha karmaşık olduğu düşünülen değerleriyle kıyaslanınca daha kolay algılanabilir ama bu sadece, metal, taş ya da ahşap tek bir malzeme kullanılarak yontulmuş ya da dökülmüş olduklarından kendilerini daha kolay ele verdikleri düşünülür ve bu görsel bir yanılgıdır.

Zira bir heykelin de derinlemesine okunabilmesi için ikonografi ve ikonoloji esastır.

Sosyal medyada binlerce yıl önce yapılmış mermer işçiliği heykellerle plastik döküm heykeller yan yana fotoğraflanıp alay konusu oluyorlar. Burada elmayla armudu kıyaslayıp haksızlık mı ediyoruz?
Haksızlık edebilmemiz için ortada karşılaştırılabilir değerler, objeler olması gerekiyor. Sizin deyişinizle binlerce yıl öncesinin, taş, bir taş cinsi olan mermer, metal, ahşap yani doğanın sunduğu olanaklarla ve emsalsiz bir emek ile üretilmiş heykellerle, çoğunluğu “endüstri devrimi”nin ve muazzam bir kimya sanayiinin sunmuş olduğu, poliüretan (polimer), pleksiglas malzemeden heykelleri karşılaştırmak gereksiz ve yersiz gibi.

Tam olarak elmayla, armudu hatta kivi ile muşmulayı karşılaştırmak gibi bir şey. Burada tabii ki, sözü edilen malzemeleri çağdaş malzeme adı altında toplayıp, cam, cam elyaf vs gibi malzemeleri de göz önünde bulundurup, hatta madencilik ve metalurjinin olanaklarından yararlanarak üretilmiş olan hammaddeyi de ekleyip, bu malzemeler kullanılarak tasarlanmış ve uygulanmış, artistik ve estetik açılardan çok nitelikli modernizm-endüstri devrimi sonrası heykellere haksızlık etmemek ve onları dışta tutmak gerekiyor.

Bu heykeller başta iyi niyetle ortaya çıkıyorlar/Meltem Parlak
Eskiden heykel uygulamalarına bütçe ayrılırken görece de olsa bir denetim mekanizması işlerdi. Bugün ise heykele ayrılan bütçenin kapsamı, arada kaç kurum var, kaç taşeron firma ekmek yiyor ve ne türden bölüşümler var bilinmiyor. Bir kısmı eleştiri oklarına dayanamayıp kaldırılıyor, ama heykel aşkı durdurulamıyor.

Bu heykeller, Çin’den ucuz şekilde ithal de edilebiliyor ancak belediyelerin kaça mal ettikleri biraz muğlak ve suistimale açık bir alan.

“Bu heykeller başta iyi niyetle ortaya çıkıyorlar. Kentin en ünlü nesi var? Elması armudu var. O zaman neden bunu büyütüp şehrin ortasına koymuyoruz gibi. Bunu başka alanlarda da örneğin mimaride görüyoruz. Mesela stadyum yapıyorlar, dış kaplaması pişmaniye şeklinde. Neden? şehrin pişmaniyesi ünlü olduğu için”.

Sadece Türkiye’de yoklar

Estetik bulunmayan, teması beğenilmeyen heykeller elbette sadece ülkemizde yok. Google’da en kötü/saçma heykeller konusunda öne çıkanlardan bir kısmını derledik.
Aslında bizdekilere en çok benzeyen ‘‘işler’’ Çin’de yapılmış,
dev bardak, çanak, sürahi gibi nesneler orada da heykel olarak kullanılmış, ancak ‘‘en kötüler’’ listesinde yok. Aynı şekilde, Türkiyedekiler de sanırım heykele benzetilemediğinden olsa gerek, klasman dışı kalmış.

Atatürk heykelleri neden bu tartışmada gündeme geliyor? /Heykeltraş Dr. Aylin Tekiner
“Toplumun kamusal alanda heykelle tanışması Cumhuriyet dönemine nasip olur. Ama Cumhuriyet döneminin de handikapı toplumun kamusal heykel olarak algıladığı tek örneğin, tek figürün Atatürk heykelleri olmasıdır. Belli dönemlerde birtakım çeşitlenmeler olmuştur elbette. Örneğin Cumhuriyet’in 50’nci yılı etkinlikleri kapsamında Atatürk konusu dışında birtakım heykeller yaptırılmıştır. Gerçi o heykellerin akıbeti ya da yapıldıkları döneme damgasını vuran, koalisyon deviren siyasal krizler de ayrı bir tartışma konusu. Yani sözün özü bugün bile heykel denince toplumun hafızasında Atatürk heykeli belirir”.

Şanlıurfa’da bulunan “Urfa Adamı” heykelinin bugüne kadar insan şeklinde tespit edilmiş en eski heykel olduğu tahmin ediliyor. (Neolitik dönem, çanak çömlek öncesi, 9000’ler). Anlayacağınız “heykel sevdamız” yeni değil.


Evet, ekonomide, adalette, siyasette tel tel dökülüşüne şahit olduğumuz 20 yıllık toplum mühendisliğinin en ‘olmamış’ alanı kamusal heykelciliği serüvenini anlatmaya çalıştık.
Yazıyı Akademisyen Kutsal Doğan’ın pek yerinde temennisi ile noktalayalım:
“Bir gün Türkiye bunlar ve benzerleri heykelleri yapan ve güzel zanneden zihniyetten kurtulacak. O zaman bu heykelleri atmayıp hepsini tek bir müzede toplamak lazım. Deli gibi ziyaretçi çeker. Kült olur o müze. Dünyanın her yerinden insan akar”.

Bu yazı, 2022’de Vega dergisinde yayımlanmıştır.
Aslı Delikara